Hayat An’lardan İbarettir

Youtube kanalımıza Abone Olur Musunuz

“Bir Anın Değeri”

Yağmur ince ince yağıyordu. Pencereden dışarı bakarken İpek’in içini bir hüzün kapladı. Cama vuran yağmur damlalarının çıkardığı o ritmik ses, sanki derinlerde bir yerlere dokunuyordu. Her yağmurda olduğu gibi, bu yağmur da onu geçmişe, çocukluğuna götürüyordu. Küçüklüğünden beri en yakın dostu olan dedesini hatırlıyordu. O anılar, bazen yüzüne bir gülümseme kondurur, bazen de kalbinde bir boşluk hissettirirdi.

Dedesini, sonbaharın bu hüzünlü günlerinden birinde kaybetmişti. Yine böyle bir yağmur yağıyor, sararan yapraklar rüzgârla savruluyordu. O gün, dedesinin yatağının başında oturmuş, onun yavaşça kapanan gözlerine bakarken, hayatının en büyük acısını yaşamıştı. Dedesi, İpek için sadece bir aile büyüğü değil, en iyi arkadaşı, sırdaşı, ona hayatı öğreten, yol gösteren bir bilgeydi. Birlikte geçirdikleri o anlar, şimdi anılarında derin bir yer etmişti.

Dedesinin İpek’e sık sık tekrarladığı bir sözü vardı: “Hayat anlardan ibarettir, İpek. Ne geçmişe takılıp kal, ne de geleceğin endişesiyle kendini harap et. Şu anı yaşa. Çünkü elinde olan tek gerçek o.” O zamanlar bu sözlerin ne kadar derin bir anlam taşıdığını kavrayamamıştı. Ona basit bir nasihat gibi gelirdi. Ama şimdi, dedesi yanından ayrıldıktan sonra, o sözler İpek için daha da derinleşmişti.

Zamanla öğrendiği bir şey vardı: Hayat gerçekten de anlardan ibaretti. İnsan, o anları yaşarken onların ne kadar kıymetli olduğunu çoğu zaman anlamazdı. Tıpkı dedesiyle paylaştığı küçük ama unutulmaz anlarda olduğu gibi. Birlikte çektikleri fotoğraflar, ona anlattığı hikâyeler, birlikte yaptıkları yürüyüşler… Hepsi sıradan gibi görünse de, aslında hayatının en değerli hazineleriydi. Çünkü bir insanı yaşatan şey, sadece zaman değil, o zaman içinde paylaşılan anılardı.

Bir gün, dedesinin vefatından yıllar sonra, İpek annesinin elinde eski bir kutu ile odaya girdiğini gördü. Annesi ona gülümseyerek, “Bu kutuyu deden sana bırakmış. O öldüğünde saklamamı istemişti,” dedi. Kutuyu eline aldığında, elleri bir an için titredi. Kutunun üzerindeki tozları üfleyip kapağını yavaşça açtı. İçinde, küçük ama İpek için büyük anlamlar taşıyan şeyler vardı. Dedesinin ona verdiği ilk kalem, birlikte çektirdikleri eski bir fotoğraf, çocukken düşürdüğü ve dedesinin sakladığı minik bir oyuncak araba… Her biri geçmişe açılan bir kapı gibiydi.

Kutunun en dibinde ise, küçük bir not buldu. Üzerinde dedesinin tanıdık el yazısı vardı:
“İpek’im, eğer bu mektubu okuyorsan, artık yanımda değilim demektir. Ama bil ki, her anında, her adımında, hep seninleydim. Hayat anlardan ibarettir demiştim, hatırlarsın. Bu kutunun içindekiler, bizim en güzel anılarımız. Zamanla unutabilirsin ama şunu unutma: Seninle geçirdiğim her anı, kalbimin en derin köşesine kazıdım. Sen de bu anıları sakla, onları unutma.”

İpek, gözyaşlarına engel olamadan kutunun içindeki eşyaları eline aldı. Onlar sadece birer nesne değildi; her biri, dedesiyle yaşadığı o küçük anların bir hatırasıydı. Fakat en çok dikkatini çeken, kutunun en altında duran küçük bir taş oldu. O taşı eline aldığında, altına kazınmış bir yazı fark etti: “Bu taşı bana sen vermiştin, İpek. O günü unutma.”

İpek bir an duraksadı. O taşın hikâyesini hatırlamaya çalıştı. Ve o an zihninde bir kapı açıldı. Henüz küçük bir çocukken, dedesiyle ormanda yürüdükleri günü hatırladı. O gün, yerde bulduğu bir taşı, dedesine hediye etmişti. “Bu taş, senin uğurlu taşın olsun, dede,” demişti gülerek. Dedesi ise taşı alıp, sanki dünyanın en değerli hediyesini almış gibi gözlerine bakmıştı. Oysa İpek bunu çoktan unutmuştu. Ama dedesi unutmamış, o küçücük anıyı bile kalbine kazımıştı.

İpek taşı elinde sıkıca kavrarken, gözleri doldu. Dedesi hep doğru söylemişti. Hayat gerçekten de anlardan ibaretti. O küçücük anlar, yıllar sonra bile insanın ruhunu besleyen, kalbini ısıtan şeylerdi. İnsan, sevdiği kişilerle paylaştığı o özel anların ne kadar değerli olduğunu ancak onları kaybettiğinde anlıyordu. Fakat asıl önemli olan, o anların bize bıraktığı izlerdi.

Gözyaşları yanaklarından süzülürken, İpek dedesinin öğüdünü hatırladı: “Şu anı yaşa, İpek.” Yağmur damlaları cama vururken, dışarıdaki serin havanın içine dolmasını istedi. Pencereyi açtı, derin bir nefes aldı. Yağmurun altında yürümeye karar verdi. Çünkü bu da bir andı, ve bu anı kaçırmamalıydı.

Ayağına çizmelerini geçirip dışarı çıktığında, yağmur yüzüne vurdu, ama bu kez yağmur ona hüzün değil, huzur getirdi. Yavaş adımlarla yürürken, dedesiyle geçirdiği tüm o anıları yeniden yaşar gibi oldu. Dedesi hep yanındaydı, her anında, her adımında.

O gün, İpek hayatın gerçek anlamını bir kez daha kavradı. Hayat, büyük olaylardan, büyük başarı ya da kayıplardan değil, küçük ama derin izler bırakan anlardan ibaretti. Ve en güzel anlar, sevdiğin insanlarla paylaştığın anlardı. Bir gülüş, bir dokunuş, birlikte içilen bir fincan kahve… Hepsi belki o an basit gibi görünürdü, ama aslında hayatı anlamlandıran şeylerdi.

O günden sonra İpek, hayatı her zamankinden daha fazla kucakladı. Yağmurlu günlerde, dedesinin ona öğrettiği o büyük gerçeği her seferinde hatırladı: Hayat, sadece anlardan ibaretti. Ve o anları doya doya yaşamak, onlara değer vermek, aslında insanın en büyük mutluluğuydu.


Bu hikaye, hayatın geçici olduğunu ve her anın kıymetini bilmemiz gerektiğini derin bir şekilde hatırlatan bir hikayedir. Sevdiklerimizle paylaştığımız küçük anların, aslında en büyük zenginliğimiz olduğunu anlatır.